31 Aralık 2011 Cumartesi

Inferno

Yapım Yılı: 1980


Yönetmen: Dario Argento


Ülke: İtalya



Dil: İtalyanca

 Argento'nun Suspiria ile başlayan Le Tre Madre yani cadı üçlemesinin ikinci filmi olan Inferno, asla Suspiria'nın popüleritesine yaklaşamış bir film. Konu ve olaylar itibariyle ilk filmi tekrarlamasa bile, gerek mekanlar, gerekse diğer öğeler bakımından Suspiria kadar ilgi çekici değildir.

New York'ta genç şair Rose Elliot'ın antikacıdan çok eski, Latince bir kitap satın alır. Mimariyle ilgili olan kitabı okuduğunda, kendi yaşadığı evi de bu üç cadının inşa ettiğini anlar. Bu sebeple korktuğundan Roma'da müzik eğitimi gören kardeşi Mark'ı yanında kalması için çağırır. Ama Mark New York'a gittiğinde kız kardeşinin öldürülmüş olduğunu öğrenir. Bu sırada Mark'a kız kardeşinden gelen mektubu okuyan Sara'da biraz araştırma sonucu kendi okullarının da cadılar tarafından yönetildiğini öğrenecek ve olaylar gelişecektir.


Bu kez, gore daha geri planda, gerilim ve okült unsurlar daha ön planda tutulmuş ( Argento sinemasında ne kadar geri kalabiliyorsa artık.) Yine ölümler, kovalamacalar ve tabii ki kesilip doğranan güzel kadınlar var. Filmin gerilimi öyle yüksek ki, bazı yerlerde kendini iyice gösteriyor. Üçlemenin bu ikinci filminde, her iki filme de senaro aşamasında katkıları bulunmuş (hatta senaryoyu Argento ile beraber yazan) Argento'nun sevgilisi ve de kızı Asia Argento'nun annesi aktrist Daria Nicolodi de oynuyor.


Bu üçlemenin ana cadısı olan Mater Tenebrarum ( Karanlıklar Cadısı-Lady of the Darkness), üç ana cadının en güzeli olarak betimlenen ortanca cadıdır.Her filmde kullanılan köpek imgesinin yerini bu kez cadılarla daha fazla özdeşleştirilen kediler almış.(manyaklaşıp grup halinde saldıran kediler) Hikaye, ilk filme göre biraz daha geniş bir alanda geçiyor, ilk film gibi bir binaya sıkışıp kalmıyor. Onun dışında diğer filmlerdeki tüm öğeler aynen duruyorlar.

Trailer:


Torrent için tıklayın

Altyazı için tıklayın

Suspiria

Yapım Yılı: 1977


Yönetmen: Dario Argento


Ülke: İtalya



Dil: İtalyanca

Şimdi, bu filmi aslında hiç yazmamayı düşünüyordum, 2012 yılına girmemize artık saatler var, hala Suspiria'yı izlemeyen biri kalmamıştır herhalde diye düşünüyordum.  Ama işte, elbet genç nesilden bu filmden habersiz birkaç kişi vardır, olur da izlemelerine vesile olurum falan diye, bu başyapıta da bir değineyim dedim. Arşivin en sağlam parçalarından birini, sırf biliniyor diye (Texas chainsaw için de aynısı geçerliydi) es geçmek olmaz, hem de gore filmlerin en vakit kaybı olanlarından bile bahsettikten sonra.

Suspiria bir cadı filmi altyapısında. Film, Suzy isimli genç bir Amerikan öğrencinin Almanya'da bir bale okuluna gitmesiyle başlar. Uçaktan iner inmez aksilikler peşini bırakmamasına rağmen okula devam etmeye kararlıdır. Oysa bilmediği şey, okulun aslında 1900'lerin başında, cadılar tarafından açılmış ve halen de cadılar tarafından yönetilen bir okuldur, ve cadılar bu Suzy'ye kafayı fena halde takmışlardır.


Filmin mekanları, hem gothic, hem de gore temasıyla birleşecek ölçüde "kırmızı". Bu rengin hakimiyeti, film boyunca azalmıyor, hatta artıyor hep. Filmin geçtiği bale okulu mekan olarak mükemmel, hem de tartışmasız. Cadılara ait bir bina ancak bu kadar güzel tasarlanabilirdi. Müzikler de bina kadar etkileyici. Kısacası hem göze, hem kulağa hitap eden bir film Suspiria. Gore sahnelerin kullanımı ve o esnada kamera açıları da, zaten aşmış. Hani aşmış bir filmden bahsettiğimden öyle tek tek anlatma ihtiyacı da hissetmiyorum. sonuna kadar geren, cadılar üzerine kurgulanmış, yer yer sürprizlere sahne olan (hep surpriz olmuyor aslında tarza aşina insanlar için özellikle de) filmin senaryosundaki ufak tefek aksamalar da görselliğin altında kaybolup gidiyor. Zaten senaryoda öyle aşmış, akıl karıştırıcı oyunlar da yok, çok geren, az sürpriz yapan bir film.

Filmin en büyük eksisi diyaloglar. Kötü oyunculuktan bile daha kötü tek şey bu filmde. Diyaloglar o kadar basit ve inandırıcılıktan uzak ki, insan artık ara ara gülmek istiyor, hele de öğrencilerin konuşmalarına. Bu konuda gerçek mi bilmediğim bir rivayet var, Argento, senaryoyu ilk yazdığında filmdeki öğrencilerin yaşları 12-13 falanmış, yani erken ergenlik dönemindeki çocuklar konu alınıyormuş. Ama bu kadar kanlı şiddet sahnelerinin o yaştaki kızlara uygulandığı bir filmin sansür yüzünden elde patlaması ihtimaline karşın (Babası uyarmış sanırsam) yönetmen yaşları 18'in üstüne çekmiş. Çekmiş çekmesine ama diyalogları bu yaş grubuna uyarlamamış, bu yüzden de koca koca kızların çocuklar gibi davrandıkları bir film çıkmış ortaya.

Film aslında yönetmenin kurguladığı bir cadı üçlemesinin ilk filmidir. Üç filmin de hem esin kaynağı, hem konusunu oluşturan Thomas de Quincey'in  Suspiria de Profundis diye bir romanının bahsettiği Üç Ana cadı efsanesidir. Buna göre, üç ana cadıdan en yaşlısı Freiburg'da yaşayan ve Mater Suspiriorum (inlemeler cadısı-Lady of Sighs) olarak bilinen cadı, filmin baş cadısı yani "Black Queen" olarak geçen karakter. Diğer iki cadı da üçlemenin diğer filmlerinin baş cadılarıdır.

Bu kadar bilgi yeterli filmle ilgili. Bence ne yapın, edin, izleyin. Bu türe sempatiniz var ve henüz izlemediyseniz de arayın, bulun. Ha, hala izlemeyen kaldı mı acaba, bu da tartışılır ama, neyse.


Trailer:




Torrent için tıklayın

Altyazı için tıklayın 

Opera/ Terror at the Opera

Yapım Yılı: 1987


Yönetmen: Dario Argento


Ülke: İtalya



Dil: İtalyanca


Dario Argento sinemasından devam ediyorum.(konu dağılmasın yine uzak doğuya uçarsam arada kaynayacak çümkü) 87 yapımı, yine kan gövdeyi götüren bir film olan Opera, bir cinayet filmi. Türünün ve Argento sinemasının tüm klasik özelliklerini taşıyan, Argento'nun klasikleri arasında gösterilen filmlerden biri.

Filmde cinayetlerin mekanı bu kez adından da belli olacağı gibi opera binası. Genç ve yetenekli opera sanatçısı Betty, esas soprano trafik kazası geçirince Macbeth operasında ilk kez sahneye çıkma şansı bulur. Aynı gün, gala gecesinde bir sahne görevlisi öldürülür. Gala sonrası partiden beraber ayrıldığı sahne menajeri de öldürülünce, polis cinayetleri araştırmaya başlar. Annesi de bir sanatçı olan Betty, çocukluğundan beri kabuslarında gördüğü "siyah başlıklı adamı" o gece de görmüştür. Betty'nin tam rüyalarının gerçek olduğunu düşündüğü anda kabuslarının gerçek olması, sürekli bahsedilen "Macbeth'in Laneti" yüzünden midir acaba?

Gore açısından bakarsak film gerçekten tatmin edici, kan gövdeyi götürüyor, evet. Zaten usta Argento'nun her filmi bu açıdan illa ki tatmin eder, onun imzası varsa tartışılmaz bile. Ama senaryoda göze batan aksaklıklar, ve de konu çözüldükçe ortaya çıkan gerçekler, filmin iddialı yapısına göre biraz zayıf kalmış. Tabii ki yine Argento filmlerinin tüm klişelerini taşıyor (deri eldivenli katil-kesilip parçalanan güzel kadınlar-katilin sanatla ilişkisi vs.) Filmin en ünlü sahnesi ise, katilin gen kızın elmecık kemiklerine iğneler saplamak suretiyle kızın gözlerini kapamasını önleyerek cinayet izlettiği sahne. Film boyunca katliam ve kovalamaca bir saniye olsun durmuyor, yine izleyicinin bir saniye bakmadan geçemeyeceği bir film yapmış usta. Bir noktadan sonra katilin kim olduğu sorusundan çok, katilin kimi ve nasıl doğrayacağı sorusu önem kazanıyor.

Ben bir de filmin müziklerini çok beğendim. Zaten filmin bilinen adlarından biri olan Terror at the Opera kelimeleri de, filmin süper müzikleri olacağının işareti.(bu iki kelime nedense gothic metal i çağrıştırıyor, terör ve opera) Müzkleri, kanlı sahneleri ve heyecan dozajının yüksekliğiyle, izlemeye değen bir film.


Trailer:



Torrent için tıklayın


Altyazı için tıklayın

30 Aralık 2011 Cuma

Tenebre

 
 Yapım yılı: 1982

Yönetmen: Dario Argento

Ülke: İtalya

Dil: İtalyanca

İtalya'da bir dönem ucuz cinayet romanlarının kapak renkleri sarı olduğundan, seri cinayet, vahşet, bol cinsellik ve de polisiye içeren filmlere de o dönem tabiriyle "Giallo"(italyanca sarı) demişler. Genelde güzel kadınları doğrayan eli kanlı psikopat katil ve on bulmaya çalışan dedektif-polis-gazeteci-bilmemne arasında geçen bu filmlerden 70-80 lerde sayısız örnek verilmesine rağmen, içlerinden sadece bazıları sıyrılmıştır. İşte bunlardan biri de kesinlikle Tenebrae'dir.

Kadınları kesip biçtikten sonra ağızlarına Tenebrae adlı romanın sayfalarını sokan bir katili yakalarken kitabın yazarı Peter Neil ve İtalyan Polis Teşkilatı'nın yaşadıklarını anlatıyor film kısaca. (inat ettim spoiler vermiycem artık) Filmde, katilin imzası romanın sayfaları.Ayrıca kurbanlarını öldürmeden önce telefonla arayan da bir katil bu.


Dilmde daha önce alışılmış Argento temalarının hepsi mevcut (köpek kovalaması gibi-bu argento'nun köpek fobisi var sanırım)Özellikle günümüz örnekleriyle kıyaslanınca çok fazla kan ve vahşet içeriyor, ama dönemin klasik "Giallo" filmlerinden fazla diyemeyiz. Türün en güzel örneklerinden mi, kesinlikle evet, zaten Argento bu tür filmlerin en aşmış, mükemmele en yaklaşmış yönetmeni.


Filmde gerilim ve koşuşturmaca başladıktan sonra bir an bile kesilmiyor. Bu da açılınca sonuna kadar izlenen filmlerden. Kesinlikle sıkmıyor. Kol, bacak, organlar havada uçuşmasına karşılık, merak unsuru bunların önüne geçebiliyor bazen. Giallo sevenlerin zaten kesin izlemiş olduğunu tahmin etmemin yanında, daha önce bu tarz filmleri izlememiş olanların da kesinlikle sevebileceği bir film.

Trailer:


Torrent için tıklayın


Altyazı için tıklayın

Hei tai yang 731 xu ji zhi sha ren gong chang/Maruta 2: Laboratory of the Devil

 
Yapım yılı: 1992

Yönetmen: Godfrey Hu

Ülke: Hong Kong

Dil: Çince

Men behind the Sun filminin devamı niteliği taşıyan Maruta 2, yine Birim 731'de geçen, hemen hemen aynı konuya sahip bir film. Konuda benzerlikler var, ama bu kez karakterler biraz farklı.

Ağırlığın biraz daha deneylerde olduğu bu filmde de ilk filmle aynı yöntem izlenmiş. Mengele havasındaki doktor Morishima'nın, sivil Çinli, Koreli ve Moğollar (bu sefer Moğol da eklemişler) üzerinde yaptığı deneyler anlatılıyor. Bu filmde deneylere ağırlık verilmiş daha çok. Filmin konusu benzer de olsa, deneylerin içinde daha orijinalleri var, ayrıca bu biraz daha isminden de belli olduğu gibi laboratuvar atmosferinde geçiyor. Birinci filme göre vahşet oranı daha yüksek.

İlk film kadar orijinal olmasa da, işkenceler ve deneyler bu kez daha kapsamlı. Filmin kesilmemiş versiyonu birçok ülkede +18 kategorisinde bile piyasaya sürülememiş yıllarca, ancak 2 yıl sonra izin çıkmış. ama biraz abartmışlar sanki. Kesme-biçme-canlı otopsi olayına daha fazla yer verilmiş. İlk filmden daha "rahatsız edici" olduğu kesin.



Trailer:



Torrent için tıklayın

Altyazı geliyor, coming soon...

Men Behin the Sun 731/ Hei Tai Yang 731

 
Yapım yılı: 1988

Yönetmen: Tun Fei Mou

Ülke: Hong Kong

Dil: Çince

Uzakdoğu sinemasının gore konusunda aşmışlığınının güzel örneklerinden olan Men Behind Sun 731, gerçek mekanlar ve olaylardan alıntılar yapılarak yarı documentary tarzında hazırlanmış bir film. Yine Men Behind Sun adıyla devam eden 4 filmlik serinin de ilk filmi aynı zamanda. Filmde görülenlerin gerçekten yaşandığını göstermek adına, gerçek olaylara sadık kalınmış, filme konu edilen, Mançurya'daki Birim 731 ve orada eğitim gören Gençlik Birimleri de gerçekten olan şeyler.

Filmin konusu, Japonya'nın Çin'i işgali sırasında Mançurya'da kurduğu 731. birimde Mengele'vari bir doktor olan Shiro Iishi'nin biyolojik silah geliştirmek amacıyla topladıkları Çinli mahkumlar (bir tane de Rus vardı, nereden bulmuşlarsa artık) üzerinde yaptıkları deneyler ve işkenceler. Film boyunca sürekli tarihler, yerler, haritalar, deneye maruz kalan insanların adları(Rus kadının adı Natasha İvanova'ydı, o anda deneklerin gerçekçiliği hissi bir anda gözümde sıfıra indi. Hollywood bile daha gerçekçi isim koyuyor, Natasha İvanova ne yaa. Fake göründü o anda bütün denekler) not düşüyor film boyunca. Bu da insanların izledikleri bir kısmı akıl almaz olan deneylerin(hele biri gore film tarihinde en güzel düşünülmüş şeylerdendi, meşhur kol sahnesi) bir zamanlar harbiden yapıldığını ve birilerinin bunları yaşadığını sürekli gündemde tutup rahatsız etmeyi amaçlıyor. Eğer ki gerçekse, yine bir Japon yaratıcılığı ile karşı karşıyayız, yok değilse, bu kez yaratıcılık Çin'den gelmiş.


Film, Japon savaş suçları ve özellikle de Japon'ların insanlar üzerindeki deneyleri konusuna bu denli değinmiş ilk film olma açısından orijinallik taşıyor. Naziler ve onların eziyetleri başta Hollywood sinemasının hiç eskimeyen senaryo kaynağıyken, Japon işgali sırasında Uzakdoğu ve de Pasifik ada ülkelerinde Japon birliklerinin yaptığı katliam ve savaş suçlarına fazla değinen çıkmıyor, zira şu an Japonya'nın konumunu ve Yahudi lobisinin ne kadar etkili olduğunu düşünürsek, şaşırtıcı da değil. Ufak ada ülkeleri fazla sesini çıkaramadığından filmlerde Japonların yaratıcı işkence tekniklerini pek fazla göremiyoruz.

Propaganda filmi olarak nitelense de, filmde belirgin bir kötü millet figürasyonu yok. Gençlik Kuvvetleri adı altında eğitime getirilmiş Japon çocuklar olan bitene gücü yettiğince vicdan muhasebesi yaparak karşı çıkabiliyorlar. Yani filmdeki tüm Japonlar kötü değil.

Birim 731'den gerçek resimler

Bir de, beni gülmekten kopartan sahne vardı. O ayrıntıyı nasıl yakalamışsa yönetmen, böyle bir filmde güldürmeyi başarmış. Spoiler vermek istemiyorum, komiklği kaçmasın. Tek diyeceğim şey geyşa sahnelerine dikkatli bakın, atlamayın. Zaten ne demek istediğimi anlayacaksınız. Filmde bunun gibi birkaç absürd olay ve de karakter var. Arada gülümseten bir film yani.


Dünyaya her fırsatta medeniyet dersi vermeye kalkan Batı ülkeleri, yamyam filmlerinde çatır çatır hayvanları katlederken, batı insanının kedi, köpek, cenin yemekle itham edip canavar gibi gösterdiği Çinlilerin, kedi sahnesinde kullanılan hayvanı acaip yöntemler geliştirerek, öldürmeden o kadar gerçekçi bir sahne çekmeyi başarmış olması da batıya biraz mesaj vermeli diye düşünüyorum. Film çok düşük bir bütçeyle çekilmiş olmasına rağmen, efektler çok kötü değil, şartlara göre başarılı bile. Birçık sahne çok sırıtmıyor açıkçası. Bu yönden de tüm ekibi, özellikle de Mançurya'nın dondurucu soğuklarında çekilen kol dondurma sahnesinde, gerçekten buz ısırması olmaktan son anda kurtulan oyuncuyu tebrik etmek lazım.



Trailer:


 Torrent için tıklayın

Altyazı için tıklayın 



29 Aralık 2011 Perşembe

Gini Piggu: Pita No Akuma No Joi San


Yapım yılı: 1990

Yönetmen: Hajime Tabe

Ülke: Japonya

Dil: Japonca

Serinin son filmi sayılan, İngilizce "Guinea Pig: Devil Woman Doctor" adıyla da bilinen, absürlük yapmak dışında bir amacı olmayan film, ilk saniyesinden son saniyesine kadar, her sahnesi absürd bir film. Bence serinin en absürd, yaratıcılık adına saçmalamış filmi. Evet, bir konuya değişik açılardan yaklaşmak iyidir de, özellikle filmin izleyiciyi çeken bir noktası illa ki olmalıdır. Ama bu son filmde o yok. Sadece meraktan izlenen ve genelde merakları gidermekten başka işe yaramayan bir film olmuş.

Filmin baş kahramanı, ortalarda drag queen edasıyla gezinen, lateksler giymiş travesti bir doktor. Konusu da yönetmenin kıçından uydurduğu hastalıkları bu doktorun kıçından uydurduğu yöntemlerle tedavi etmeye çalışırken yaşadıklarını çektiği bir video. Bize, absürd ötesi hastalıkları olan hastalarını(sinirlenince kafası patlayan bir aile, dövmesi vücudunda gezinip duran bir adam gibi) ve onlara uyguladığı tedavileri(!) gösteriyor film boyunca. Filmde bir hikaye yok, ama "sırada ne var, ne gibi bir saçma hasta gelecek acaba?" dürtüsüyle kapatamıyor da insan.

Baş karakterin tipi ve tavırları o kadar itici ki, drag queen parodisi yapayım derken katlanılması zor bir karakter yaratılmış. Zaten film başlı başına gore bir parodi. Gerçekçilik ve efektlere bakarsak, onlar da beni tatmin etmedi (özellikle de deri koparma sahnesinde iyice yok artık dedim, deri diye naylon parçası gibi birşey kullanmışlar). Teknik açıdan tam bir felaket. Hele de makyajlar falan. Ama böyle absürd bir filme de böylesi yakışırdı. Hoş, böyle bir filme güzel efekt yapıp para harcamak zaten akıllı insan işi değil. Konusuz, absürd, içinde tek bir zekice espri veya gönderme bulunmayan, sadece meraktan izlenebilecek bir senaryo olmuş sonuçta. Ne gore sahneler amacına ulaşabilmiş, ne de komedi öğeleri. İnsanların bir bildiği vardır ki hiçbir dile çevrilmemiş dememekle beraber, bir de çevirdim bu filmi., hem de iki dile. Çok eleştirmiş olabilirim, ama seriyi tamamlamadan da olmuyor. Benim gibi düşünen varsa izlesin, acaiplik ve saçmalık her zaman insanları çekmiştir. ama uyarıyorum, bir kere açarsanız ne kadar da saçma olsa meraktan izlersiniz.

Trailer:




Torrent icin tiklayin


Altyazı için tıklayın


Gini Piggu: Notoru Damu No Andoroido

Yapım yılı: 1989

Yönetmen: Kazuhito Kuramoto

Ülke: Japonya

Dil: Japonca

Serinin ismi ve benzetmesiyle beni koparan filmi Guinea Pig: Android of Notre Dame, isminden de belli olduğu üzere bu kez mekanik bir hikaye. Aslında yer yer komediye kaçsa da dram olmaya çalışmış film. Aslında komedi değil, ama bazı teknik aksaklıklar ve mekanların dandikliği yüzünden arada gülümsetmiyor değil. Başroldeki mucitin tripleri de ayrı bir komedi unsuru tabii.

Film, kalp hastalığı yüzünden ölmek üzere olan kız kardeşini kurtarmak için herşeyi deneyen cüce ve zengin bir muciti anlatıyor. Laboratuvarında çalıştığı bir gün bir telefon alıyor ve kendisini takip eden başka bir doktor, yani Kato ile tanışıyor. Kato ona bir denek, yani yeni ölmüş bir genç kızın cesedini gönderince, mucit "insanoğlunun varoluşundaki kayıp halka" yı keşfetmeye çalışıyor. (çok spoiler verdiğime dair şikayetler alıyorum, artık bu kadar anlatacağım her filmi, uzatmaya gerek yok.)

Film konusuna göre çok zayıf kalmış ve böyle bir konuyu son derece klasik işlemiş bir film. Ayrıca ileri teknoloji araştırmalar yapılan ve ölüleri hayata dödürrme iddiasında olan insanlara ait laboratuvarlar, teknik ekipmanlar o kadar ilkel ve basit ki, filmin zaten klişeden ileri gidememiş anlatımıyla birleşince izlemesi gereksiz, sadece meraktan göz atılabilecek bir film çıkmış ortaya. Gore neredeyse yok gibi, görsel olarak birşeyler verilmeye çalışılmış (film boyu sürekli mavi/beyaz renk hakimiyeti var) ama yetmemiş. Film kötü bir Frankenstein taklidinden öteye gidememiş.

filmde tek dikkatimi çeken, filmde feci bir manga tadı var. Kameranın kullanımı, yaratılmaya çalışan modellemeler falan. Anime olsaymış güzel bir şekilde işlenebilirmiş konu sanki. Bir de dikkatimi çeken, sanki filmde Pinhead'de bir anılmış, izlerseniz belki farkedersiniz. Kısacası serinin en zayıf filmi. Hakkında iki saat anlatmaya bile gerek yok, merak eden izlesin.

  
Torrent için tıklatın

Altyazı için tıklayın






28 Aralık 2011 Çarşamba

Gini Piggu: Manhoru No Naka No Ningyo

Yapım yılı: 1988

Yönetmen: Hideshi Hino (great master)

Ülke: Japonya

Dil: Japonca

Bazı filmler vardır. Böyle, keşke herkesin midesi sağlam olsa, bazı duygularını bir kenara bırakabilseler bir saatliğine de şu filmi izleyebilseler diye geçer hep içimde. Çünkü o filmde, görülmesi gereken çok şey vardır, ama gore maskesi birçok şeyi gizleyip önyargılara sebep olmuştur. İngilizce adıyla Guinea Pig: A Mermaid in a Manhole da bu filmlerden biri. Tabi ki yine üstad Hideshi Hino imzalı, ve kaldırabilecek güçteki herkesin kesinlikle izlemesi gereken, serinin en iyi ve (bana göre) dünyada çekilmiş gore filmler içinde en orijinal bakış açılarından birine sahip filmi.

Film, karısını kaybettiği ifade edilen bir ressamın, çocukluğunda bir nehir olan ve şimdilerde kapatılıp kanalizasyona çevrilmiş bir yerde, lağım kapağının altında çocukken karşılaştığına inandığı denizkızını bulmasıyla başlıyor. Denizkızını hemen resmederken, onun yaralı (veya hasta) olduğunu farkeder ve evine taşır. Gittikçe büyüyen yaraları yüzünden acılar içinde kalan denizkızına duyduğu büyük aşkla kendini kaybetmişken, zamanla sahip olduğu tüm hayaller gibi denizkızı da çürümekte, ve elinden birşey gelmemektedir...

Konu hakkında başka bilgi vermek, dolayısıyla seyir zevkini katletmek istemiyorum. Tek söyleyebileceğim, hayallerin ve umutların, geçmişteki güzelliklerin birer birer yokoluşu, birbirine karışan imgelerin ardında yatan büyük aşk ancak böyle anlatılabilirdi. Artı bu kadar kan, yara, kurt, böcek ve insanı tiksindirebilecek ne varsa, aşkı anlatmak için ancak bu kadar güzel kullanılabilirdi.


Usta Hino'nun mangasından uyarladığı bir film bu da. Masalsı ama karanlık çizgisi filmde de açıkça yansıtılıyor. Serinin en karanlık ve umutsuz atmosfere sahip filmi bu. Trajedisini bir masal kahramanı üzerinden yaşayan ve aklını yavaş yavaş kaybeden bir ressamın acıyı tuvaline aktarışı, sevdiği kadın çürürken bile ona duyduğu sonsuz sevgi, en önemlisi de filmin şok edici sonu... Başka diyecek birşey bulamıyorum ben, filmden sahneler gözümün önüne geldikçe, kelimeler elimden uçuyor. En iyisi izleyin, %100 tavsiye edeceğim nadir filmlerden bir tanesi.

Trailer:



Torrent için tıklayın


Altyazı gelmiştir indirmek için tıklayın

Gini Piggu: Senritsu! Shinanai Otoko




Yapım yılı: 1986

Yönetmen: Masayuki Kusumi

Ülke: Japonya

Dil: Japonca



Serinin gore komedilerinden, İngilizce adı Guinea Pig: He Never Dies olan film,  kan gövdeyi götürürken gülme krizi geçirtecek kadar komik olmasa da, "yuh artık" dedirtebilecek bir mizansene sahip. Absürd bir konu ve onun etrafında dönen absürd olaylar var sadece. Ayrıca film, Japon toplumu üzerine ufak bile olsa eleştirel bakış getirmiş tek filmi serinin.

İsmi olayı özetliyor aslında. Filmin kahramanı Hideshi, yalnız, can sıkıntısından ne yapacağını şaşırmış, işyerinde ezilen, hoşlandığı kız şirketin popüler genci Nakamura ile ilgilenirken ona arkadaş gözüyle bakan, hergün patronunun aşağıladığı bir adam, kısaca bir loser. Artık canına tak ettiğinde ölmek istiyor, ama her ne hikmetse (zaten bu filmde mantık aramak gibi bir durum mümkün değil) bileğini kestikten sonra "ölemediğini" farkediyor. Denemelere devam edip ısrarla "ölmeye" çalışıyor ama yok. Adam asla ölmeyen adam. Tabi bu durumunu hayırlı bir iş için kullanıyor mu, hayır. Bokunu çıkarıyor desek yeridir.

Filmin en tuhaf tarafı, arada Hideshi'nin görüntülerini kesip açıklama yapan adam. Filmin ilk sahnesinden itibaren büyük ihtimalle Amerikalı bir program sunucusu, şimdiki videomuz....... şeklinde bir sunum yaptıktan sonra başlıyor anlatmaya ve video ölmeyen adamın görüntüleri aslında yani esas film. Filmin en tuhaf  kısmı da bu olmuş. Yani başlı başına absürd olan konu, bu acaip sunumla iyice parodi haline gelmiş.

Filmde, ölmek isteme ve ölememe durumuna ters açılardan yaklaşılmış. İlk bilek kesme sahnesinde(kolay kolay karakterin yaşadığını hissedemem filmlerde ama bu sahnede resmen hissettim, o bıçak benim bileğimde geziyor gibi huylandım. Sanırım iyi bildiğim bir his olmasından) asla ölmediğini keşfetmesine rağmen inatla ölmek istemesi, bir anlamda, yaşama sevincine bir gönderme, depresifliği mutluluğa tercih etme durumu. Zaten can sıkıntısından ne yapacağını şaşırmış haldeki biri(ayaklarına kaş göz çizip konuşturacak ölçüde sıkılıyor artık) böyle bir keşiften sonra ne yaparsa o da öyle davranıyor. Sadece eğleniyor, sıkıcı biri olmaktan kurtarıyor kendini.

Filmin bana kattığı tek şey, Japonların bu mangaları, animeleri nasıl yarattıkları hakkında fikir edinmem oldu. Yani, bu hayalgücünün geldiği nokta. Filmin bilek kesme kısmına kadar olan bölümünü izlerseniz, ne demek istediğimi anlarsınız... Hiç ölmeyen adam Hideshi'nin (koca seride Hideshi ismini taşıyan karakterin hiç ölmeyen adam olması da güzel bir gönderme olmuş, usta Hino'ya saygılar) toplum için zaten ölü bir adam olduğunu gördüğünüzde, içindeki hayal gücü dışında varolma şansı olmadığını görürsünüz zaten.

Trailer:



Torrent için tıklayın

Altyazıyı bitirdim,indirmek için tıklayın

27 Aralık 2011 Salı

Gini Piggu: Chiniku no Hana



Yapım yılı: 1985

Yönetmen: Hideshi Hino (great master)

Ülke: Japonya

Dil: Japonca

Za Ginipiggu'nun bloga isim babası olmuş müstesna ve en ünlü filmi (abarttım evet) İngilizce adıyla Guinea Pig 2: Flower of  Flesh and Blood, Hino'nun benzer konuya sahip mangasından yola çıkarak hikayesini yazıp bizzat yönettiği, serinin en ünlü filmi. Uzun süre gerçekten birini öldürdüler mi diye tartışılmasına sebep olan film (tartışanlar kesin miyop falan ya da işleri güçleri yok) uzun süre yasaklanmış, bu tip söylentilerden bıkan ekipte en sonunda yapım aşamasını anlatan ayrı bir film yapıp bonus olarak dvd lere koymuştur. Meşhur Charlie Sheen olayını bininci defa yazmama da gerek yok sanırım. Saçma yollarla da olsa bir şekilde Hideshi Hino'nun tanınmasına yaradıysa ne mutlu. Kendisi bu konuda cidden ne düşünüyor hep merak ederim, öyle oturup uzun uzun bu mevzularla ilgili konuşan bir adam olmadığından, sanırım hiç öğrenemeyeceğiz.

Film, bir genç kızı akşam evine doğru sakin sakin yürürken kaçıran, yatağa bağlayığ bir tür uyuşturucuyla hissizleştiren (felç eden bir madde enjekte etti sanırsam) ve sırayla, farklı renk spot ışıkları yansıtarak organlarını teker teker şiirsel sözler eşliğinde kesmeye başlayan samuray gibi giyinmiş (kendini samuray mı sanıyordu artık neydi) bir adamı anlatıyor. (Evet farkında olmadan yine filmi özetlemiş kadar oldum ama bu filmlerde konu yok zaten. Grafikler ve atmosfer için izleniyor herhalde) Filmin sonunda ise tüm bunları ne için yaptığını anlıyoruz.

Vahşetle estetiği mükemmel buluşturan bir film var aslında karşımızda. Kaba, ilkel bir şiddet görmüyoruz hiçbir sahnede. Tam tersi, şiirsel bir dille anlatılıyor hikaye. Filmi izlerken gözümün önüne manga karesi gibi geldi çoğu sahne. Japon kültürüne ait o ince estetik anlayışı filmin asıl olayı aslında, konusu veya içerdiği kan revan değil.

Filmin sonunda söylenen Lullaby of Hell ninnisini(!), yıllar sonra cehennemden gelen bir kertenkele-bebeği doğuran bir ailenin yaşadıklarını anlatan Lullabies of Hell mangasında tekrar anıyor Hino. Zaten onun çizgilerini de, hikayelerini de özetleyen en iyi iki kelime : Ninni ve Cehennem...

Trailer:


Torrent için tıklayın


Altyazı için tıklayın

Gini Piggu: Akuma No Jikken



Yapım yılı: 1985

Yönetmen: Satoru Ogura

Ülke: Japonya

Dil: Japonca


Za Ginipiggu'nun ilk filmi, daha bilinen İngilizce adıyla Guinea Pig: Devil's Experiment, diğer filmlerle kıyaslanınca belki de tek salt vahşet içereni. Filmde herhangi bir estetik, mesaj verme, sürükleyici hikayeye sahip olma vb. kaygı yok. Sadece en kaba haliyle şiddeti konu edinmiş.

Filmin konusu, birkaç gencin yakalayıp hapsettikleri bir kadına yaptıkları işkenceler diyebiliriz kısaca (hatta direk filmi özetlemiş oluruz.) Film boyunca daha farklı bir anlatım yok. Filmde sinematik gerçekçiliğin tavan yaptığı bir göze iğne batırma sahnesi (afişte de ona vurgu var direkt zaten) var ki, gerçekten görülmeye değer. Filmin diğer kısımları da bu sahnenin gölgesinde kalmış. Ya Japon dilinin bir özelliğinden, ya da da filmin seslendirme tarzından, hep tekdüze ilerlediği için filmde verilmek istenen kıstırılmış,çaresiz kalmış olma hali  seyirciye pek geçmiyor. Yani şiddetn dozu güzel ama ortada gerçek bir şiddetin varlığını hissedemedim ben. Sahneler ( ya da sadece göz ) grafik açıdan ne kadar iyi olursa olsun, atmosfer eksikliği kendini gösteriyor. Ama son iki filmin yanında baş yapıt gibi kalır, o ayrı. Zaten çok uzun bir film olmadığından (43 dakika) tüm bunlar tolore edilebiliyor ve sonuna kadar izleniyor.


Trailer:






Torrent için tıklayın


Altyazı için tıklayın



Za Ginipiggu Hakkında Bilgi



Orta metraj 6 filmden oluşan Japon gore serisi Za Ginipiggu, genelde süregelen bir hikayesi olmayan, sadece gore üzerine kurulmuş, ama filmlerinde merak unsuru da barındıran bir seri. Benim en sevdiğim seri olma özelliğini taşıma sebebi, Hayao Miyazaki ile birlikte taptığım iki mangaka'dan biri olan Hideshi Hino (ailesi gerçek yakuzadır ayrıca)  Çizdiği mangalar seriye esin kaynağı olmuş, serinin iki filmini de bizzat kendisi yönetmiştir. (serinin en iyi filmleri)


Hideshi Hino
Yapıldığı döneme bakılırsa efektleri son derece gerçekçi, hele bazı sahneler neredeyse gerçekten ayırt edilemiyor. ( Japonların teknolojideki aşmışlığını tartışmaya bile gerek duymam) Buna rağmen sahte olduğu her açıdan belli birçok sahne de var, ama iyi olan sahnelerin arasında eriyorlar çoğu zaman. Ayrıca serinin bir özelliği de baştan sona doğru hem konu, hem efektler açısından iyileşeceğine kötüleşmesi. İlk filmden son filme doğru bakıldığında süreler uzuyor, ama özellikle son iki film, hem konu, hem de efektler açısından diğer 4 filmle yarışamaz, hatta aynı kulvarda dahi olamaz. Hele de Hino'nun yönettiği iki film olan Flower of Flesh and Blood(bloguma da isim kaynağı olan) ve Mermaid in a Manhole ile aynı seride olmaları bile absürd bence.


Lullabies of Hell/Hideshi Hino
Seriyi Japonya dışında da ünlü yapan şey tabii ki söylentiler ve Charlie Sheen olayı. İkinci filmin bir snuff olduğuna inanıp ( çok safmış ya da dikkatli izlememiş, koşa koşa FBI' ı aramadan önce insan bir dikkatlice izler. Eğer ortada bir reklam amacı yoksa saçma bir davranış, çünkü adam kızı keserken derinin aslında plastik olduğunu farketmemek çok zor) Zaten Hino'da bu suçlamalardan muzdarip, bir yandan ünlü oluyor film ama, ceremesini her zamanki gibi yapım ekibi çekiyor ( Ruggero Deodato vakası 2 ) Hatta sırf bu saçma sapan dedikodular yüzünden ikinci filmin çekim aşamaları da documentary şeklinde yayınlanmış, böylece tartışılacak birşey de kalmamıştır.

Seri, aslında gore sinemanın yanında, altyapılarıyla birbirinden farklı türlere ait filmlerden oluşuyor. Filmlerden ikisi komedi ağırlıklı, yani özellikle mizah, bir parça da kara mizah yansıtılmış. Yani amacının korkutmak değil, güldürmek olduğu gayet açık. Bunun yanında 4. film olan Mermaid in a Manhole, tamamen bir aşk hikayesi ve bir adamın trajedisi üzerine kurulmuş. Yani, farklı türlerdeki filmlerin ortak noktası gore sadece. Diğer yönlerden tamamen bağımsızlar. En berbat nitelenen filmde bile ince bir ayrıntı bulup dikkatimizi çekebilecek noktalar bulunuyor. Benim en sevdiğim taraflarından diğeri de filmlerin uzun metraj kasmak yerine orta metraj çekilmesi. Korku/gerilim vs. ne derseniz deyin bu tarzdaki filmlerde insanı en çok sıkan nokta bana göre katil ve kurban/kurbanlar arasındaki gereksiz kovalamaca-koşuşturmacalar. Uzun metraj takıntısı yüzünden gereksiz uzatılan sahneler ve araları doldurmak için girilen uzun mekan görüntüleri, filmi uzatıyor, ama heyecanını da bir yerde bitirebiliyor. En kestirme yoldan 60 dakika sürebilecek ve her saniyesini seyirci gözünü ayırmadan izletebilecek birçok film, o gereksiz dakikalar yüzünden sıkıcı damgası yiyor.

Filmleri tek tek yazmadan önce bu ön bilgileri vermek istedim. Uzakdoğu sinemasını her zaman bu tip sinema eserleri söz konusu olduğunda daha özgür buluyorum. Zaten o manga ve hentaileri yaratan bir milletten de başka birşey beklemek saçma olur. elbette yaratıcılıkta aşacaklar.

Serinin tüm filmlerini buradan indirebilirsiniz. Torrent "complete collection " olduğu için içinde filmlerin yapımıyla ilgili bir documentary filmi ve yine özel final filmi sayılan, filmlerden özel bölümleri içeren Slaughter Speacial filmini de içeriyor. İngilizce altyazılıdır, Türkçe altyazıları filmlerin tek tek başlıklarında bulabilirsiniz.

26 Aralık 2011 Pazartesi

I Spit on Your Grave / Day of the Woman

 


 Yapım yılı: 1978 / 2010


Yönetmen: Meir Zarchi / Steven R. Monroe


Ülke: ABD


Dil: İngilizce





Bir kadının intikam hikayesini anlatan film, dönemin "intikam" konusu üzerine kurgulanmış gore filmlerinden birisi. Bu kez intikam alan, tecavüze uğramış, aşağılanmış, işkenceye maruz kalmış ve ölümden dönmüş bir kadın, Jennifer Hills.


Jennifer, bir yazar. Yeni romanı üzerinde çalışmak üzere New York'tan uzaklaşıp küçük bir kasaba yakınlarında, ormanın ortasında bir kulübede yaşamaya başlıyor. Kasabadan birkaç sapık ise, önce onu korkutmak için (asıl amaçları baştan belli de işte hadi inanmış olalım) yaşadığı kulübeye gelir. Genç kadına tecavüz eder, aşağılar ve insanlık dışı işkencelerde bulunurlar. Romanını da yokederler. Jennifer en sonunda nehre atlar. Sapıklar bir süre onu bulmak için uğraşırsa da bulamayınca hayatlarına devam ederler. oysa bilmemektedirler ki, Jennifer kurtulmuş ve onlardan intikam için geri dönecektir, hem de en korkunç biçimde.


Film, kurbanların başlarına gelenlerin sonuna kadar hakettiği, akan her damla kanda seyirciyi keyiflendiren bir film. Hayır, normalde kana, şiddete hayır diyen birçok insan, bu filmi izlerken tıpkı Jennifer gibi insanlıktan çıkabiliyor, hatta daha fazla istiyor. Zaten kurbanın katile dönüşme çözümlemesi her filmde az çok olur. Her türlü gore filmde işkence gören, kovalanan, bir şekilde şiddetin orta yerinde kalmış karakterler günlük hayatlarında ne kadar sakin ve düzgün insanlarsa, filmin sonuna doğru "psikopata bağlar", kendinden geçer, her türlü şiddet hamlesini fazlasıyla uygular, kısaca katillerle aynı kefeye girer. Dolayısıyla bu filmde de aynı temayı görüyoruz, ama bir farkla. burada kurban tek, ve kurban edenler birer birer onun pozisyonuna geçiyorlar. Kısacası, izleyici ister istemez gerçek hayatta da öyle olmasını istediği birşeyi izliyor. The Last House on the Left'te nasıl kendi halinde, sıradan, düzgün bir ailenin insanlıktan çıkışını izliyorsak, burada da bir kadının şiddet sonrası kendini kaptırdığı vahşet dalgasını izliyoruz. Zaten kadın da her karakteri yaptığı şeyle alakalı bir biçimde öldürüyor yani, bu da hem izleyiciye iyi bir merak unsuru, hem de adalet göndermesi olmuş, evet.


İlk filmde tecavüz sahneleri biraz daha uzun tutulmuş. Ama gerçekçilik elbette yeni filmin kat kat altında, özellikle intikam bölümlerinde. İkinci film gerçek filmle çok paralel, sadece tek bir can alıcı sahne çıkartılmış. İntikam sahneleri yenisinde biraz daha orijinal görünüyor. Oyunculuk ve efektler de tabiki yeni filmde çok daha iyi. Zaten iki filmin afişi bile birbirine bu kadar yakınken, orijinale sadık kalmadığını düşünmemek olmaz.



Trailer (1978)


Trailer (2010)



1. filmin torrenti için tıklayın 

1. filmin altyazısı için tıklayın 

2. filmin torrenti için tıklayın 

2. filmin altyazısı için tıklayın 

The Last House on the Left

 


Yapım yılı: 1972 / 2009


Yönetmen: Wes Craven / Dennis Iliadis


Ülke: ABD


Dil: İngilizce





Wes Craven dedikten sonra başka birşeye gerek yok sanırım. -aşmış insan-  The Last House on the Left, onun ilk filmi. Bu filmden sonra bir süre Hollywood'u esir alacak "intikam" temasını başlatan film olduğu için, değinmeden olmaz diye düşündüm. (yoksa bana pek hitap etmedi açıkçası)



Film, Mari adında 17 yaşındaki bir genç kızın ailesinden arabalarını ödünç alıp arkadaşıyla beraber yola çıkmasıyla başlıyor. Rock konserine gidecek olan iki kız, yolda sigara almak için duruyorlar. O sırada tanıştıkları bir genç (Junior Stillo) kızlara kendisinde ot bulunduğunu söyleyip evine götürüyor be "takılıyorlar" Onlar kafası bir milyon halde evde takıladursun, Junior'ın babası ve arkadaşlarından oluşan suç çetesi eve dönerler. Genç kızları yakalayıp türlü işkenceler ve de tecavüz ederler. Kızlara yaptıklarından sonra yoluna devam eden çetenin yolda arabası arızalanır, fırtına çıkar, gidebilecekleri tek olan Collingwood'ların evine sığınırlar. Aile, kızlarına yapılanları ve bunu yapanları öğrendiğinde, çete için pek hayırlı olmayacak intikam hareketi başlar.

İlk film ve yeniden çevrilmiş ikinci film, konu bakımından ufak detaylar dışında aynı. İkinci filmde de Craven'ın senaryosuna sadık kalınmış. Ancak ilk filmde (kesilmemiş versiyonu tabii ki) tecavüz sahneleri daha keskin, ailenin intikamı da biraz daha kanlı ve korkunç. İkinci filmde filmi ünlü yapan bazı sahnelerin üzerinde durulmamış (ne olduğunu yazmak istemiyorum, spoiler olur) Bu fark dışında iki film neredeyse aynı.

Filmde ayrıca aile içi ilişkiler ve önemli karakter çözümlemeleri de var. En arada kalmış ve de ataptasyon sorunu yaşayan karakter Junior Stillo (bir ismi bile yok, babası Krug Stillo'nun Junior'u olarak anılıyor hep) Hep babasının izinde olmaya zorlanan ve etrafında olup bitenlerden hoşnutsuzluk duysa da hep çaresiz kalan genç, ne iyi ne de kötü olmayı başaramıyor.



Filme "yasaklı film" damgası vurulması bana kalırsa biraz haksızlık olmuş, ama yasaklandığı döneme ve ülkelere bakarsak biraz abartı bir tanım bu. Yani, günümüzdeki herhangi bir gore filmden fazlası yok. Zaten ilk filmin "abartıya" kaçtığı söylenen sahnelerini ikincide göremiyorsunuz. Bu  yüzden, filmde sizi cezbeden şey o malum sahnelerse bence ilk filmi tercih edin.


 Trailer (1972)



 Trailer (2009)




İlk filmin torrenti için tıklayın 

İlk filmin altyazısı için tıklayın 

İkinci filmin torrenti için tıklayın


İkinci filmin altyazısı için tıklayın