Eskiden, korku ve gerilim filmlerinin tanıtımları yapılırken, şöyle ibareler olurmuş video dükkanlarında : "Evil Dead'den korktuysanız bu sizi öldürebilir." "Evil Dead yanında çocuk bahçesi gibi kalacak." Böyle afişlere malzeme olmuş ve neredeyse İngiltere gibi bazı ülkelerde videoların yasaklanması için başlatılan kampanyaları tetiklemiş Evil Dead, o dönemde gerçekten birçok eleştiriyle gelen, ayrıca efsanelerle de güçlenen bir şöhrete sahip, ayrıca yine bir üçlemenin ilk filmi.
Günümüz şartlarında öyle insanı hoplatacak, kalbini çarptıracak bir film olmasa da, dönemine damgasını vuran yaratıcılığa sahiptir. Zaten filmin özelliği, filmin zeki ve sahnelere ince biçimde yedirilmiş espri anlayışı. Slasher filmlerinin değişmez ilkeleriyle birlikte, sahnelerde hem renklerin, hem de kullanılan materyalin gerçekten espritüel yanları korkunç yanlarından ağır basıyor. Yeniden çevrimi piyasaya çıkmadan, eskisini izlememek olmaz tabii.
Konuya gelirsek... İlk filmin konusu şöyle: 5 genç tatil esnasında, bir tanesinin ailesine ait ormanın ortasındaki bir kulübeye giderler. Burada bir kitap ve bir kaset kaydı bulurlar. Bu kayıt, bir profesörün Necronomicon (onla ilgili açıklamaları ilgili filmde yazarım bilmeyen varsa) adlı kitaptaki bir pasajın kaydıdır ve amacı ormanın şeytani ruhlarını uyandırmaktır. E bizim meraklılar da bilmeden etmeden dinledikleri için kötü ruhlar yine serbest kalır ve gençleri birer birer esir almaya başlarlar. Kaçma şansları yoktur (olsa şaşırırdım) çünkü daha önce üzerinden geçtikleri köprü çökmüş durumdadır.
2. filmin de konusu hemen hemen aynı, 2. filmin kaldığı yerden devam ediyor aynı zamanda. Birinci filmden gorüntülerin ardından kaçmaya başlayan Ash, delirmiş halde ormanda gezinirken, ilk filmde ses bandını yaratan profesörün kızı Annie ve onun grubuyla karşılaşır: Annie, Necronomicon'un kayıp kısmını bulmuştur. Grup Ash'i kulübeye götürür. Gece çöker ve ruhlar yine insanları ele geçirmeye başlarlar.
3. film "Army of Darkness", gore değil, hatta korku-gerilim bile değil. Bir epik- fantastik- komedi filmi ve serinin ilk üç filmiyle dalga geçer gibi bir hali var. Neyse, bu filmde iblislerin Ortaçağ'a gönderilmesiyle birlikte Ash'te Ortaçağ'a gider. Buradaki insanlar ona bir kehanetten bahseder ve onun kehanetteki kurtarıcı olduğuna inanırlar. Bu kez de, iblislerle savaşıp ülkeyi kurtarmak zorunda kalacaktır. Özellikle Ash'in kendi kötü olanıyla savaşma kısımları bana fena halde Street Fighter'daki "Evil" konseptli ikincil karakterleri hatırlattı. ( Evil Ryu fenaydı mesela)
Ağaç tecavüzü sahnesi
İlk filmin en konuşulan ve yaratıcı sahnesi kesinlikle "ağaç tecavüzü" Bunun dışında insanların cesetlerinden fışkıran tuhaf sıvılar ve de ne olduğu bilinmez "şey" ler (insanın neresinden çıkıyor bunlar bilmek pek mümkün değil) zaman zaman neon renklerde çıktıklarından, film bir tür dalga geçme amacı taşıdığını açıkça bildirmiş. Zaten bu bildiğimiz üzere Sam Raimi'nin sinematik tarzı. Makyajlar ve gore sahnelerdeki komediye kaçan abartı, filmi bugünkü yerine oturtan en önemli etken. Zaten filmin kötü ruhları da insanları öyle hemen ele geçirip dehşet saçtırmıyor. Adamlarla dalga geçe geçe öldürüyorlar. Ayrıca bakarsak, kötülüğün altında ciddiyet değil, her zaman biraz "piçlik" olmalıdır ki, yönetmen bunu güzel yakalamış. Son filmde bu özellik had safhaya çıkımış. İkinci filmde efektler biraz daha gerçekçi olsa da, ilk film biraz daha orijinal sahnelere sahiptir. Filmlerle ilgili çıkan sayısız efsane, bence filmin en önemli şöhret kaynağı. Ama zaten dönem için bile çok fazla olan ilk filmin çekimi sırasında, biri hariç (Bruce Campbell) bütün aktörler ayrılmış, sahnelerin çoğu da yeni oyuncularla tamamlanmış. Yani hemem her oyuncuyu aslında 2 kişi canlandırıyor diyebiliriz. Bütçesine bakıldığında, yönetmen gerçekten iyi bir iş başarmış. Gerçekçilik yerlerde olmasına rağmen, bunun sinematik tarzdan ileri geldiğini bildiğimizden, film bence remake i çıkmadan izlenmeli.
"Satanist manifesto" diye lanse edilen ve bazıları tarafından dünyanın en zor izlenen filmlerinden biri olarak lanse edilen Slaughtered Vomit Dolls, aslında Vomit Gore diye bir üçlemenin filmlerinden biri. İddialı nicki ve tuhaf tarzıyle bir başyapıt, bir sinema ekolü yaratmayı amaçladığı iddia edilen yönetmen, bence "hmm nasıl iğrençlik yapsak" tan öteye gidememiş. Bence birinin, şu insanlara iğrençlikle prim yapmak yerine yaratıcı işler çıkarmaları gerektiğini dikte etmesi lazım. Çünkü kamerayı titretmekle, tuhaf ve yavaşlayıp tonu değişerek ilerleyen dış sesler vermekle falan yaratıcı olunmuyor. Ha, yönetmen hastalıklı bir beynin eseri bir film çekmek istemiş olabilir. Ama bu da öyle milleti ikide bir kusturmakla, liselilerin bile artk gülüp geçtiği ritüeller yaratmakla olmuyor. Biraz yaratıcılık lütfen diyorum.
Filmin ya belli bir konusu yok, ya da ben anlayacak kapasitede değildim, bilmiyorum. Aslında var birşeyler de, yönetmen yapmak istediği şeyin altından kalkamamış bence, biraz daha üstünde çalışsa klasik bile olabilirmiş ama işte birşeylerin kurbanı olmuş. Altyapı öyle çokta kötü değil. Hani olacakmışta olmamış bir film. Herneyse. Film, Angela diye bir kızın hikayesi ekseninde başlıyor. çocukluk görüntüyle açlıyor ve kız kamerayla konşuyor falan. Sonrasında b kızın büyümüş halini görüyoruz. Blumia hastalığından muzdarip, bağımlı, striptizci ve de fahişe olmuş. Ayrıca bir satanist grupla takılıyor. Neyse, bu kız kameraya itiraflarına devam ederken ve devamlı aralıksız saçmalarken, bir yandan da cinayetlere başlıyorlar. İsmi falan da verilen kızların (erkekte var nadiren) öldürülmesi görüntüleri falan var. Niye öldürüyor, ne dertleri var onu ben de anlamadım. Anladığım kadarıyla gerçek olan kızın striptizci, bağımlı ve fahişe olduğu, geri kalan herşey kızın hayal veya halisünasyonları, veya hepsi gerçek ama yönetmen böyle düşünmemizi istiyor.
Film boyunca en çok gördüğümüz şey kusma. Öyle normal bir kusmadan bahsetmiyorum, ağzından burnundan fışkırtarak, arada kan şeklinde bir kusma var ortada. Gore sahneler cidden çok gerçekçi ama titreyip duran kamera ve saçma sapan kamera hareketleri yüzünden göremiyoruz doğru düzgün. Montaj da bir tuhaf, zaman ve mekan kavramları yok gibi. Hayır, cidden şu yönetmek aslında ne anlatmak istemiş, bu filmde tek merak ettiğim bu. Birşey anlatmaya çalışıyor adam, hatta gözümüze sokuyor kendince, ama ne iddia edilen manifestosu, ne de varsa anlattığı şey hiçbir şekilde anlaşılmıyor. Diyelim ki evet, satanist manifesto. E buradan ne anlamalıyız? Satanizm kusmak, striptiz yapmak ve orospuluk mu, bu mudur yani? Olsa olsa anti-satanist manifesto olur böyle bakarsak, çünkü hiç özenilecek bir hayatı yok kızın, dökülüyor. Öteki yandan, birşey anlatmak istemişse, ne mesaj almalıyız? Bunu yönetmen açıklamadıkça öğrenemeyeceğiz sanırım.
Film, gore görüntüler izlemeyi sevenlere hitap edebilir. Birde kolay kolay midesi bulanmayanlara. Ama kesinlikle yaratıcı değil. Gore sahneler klasik. Bazı yerlerde aşırı kan kullanımı yüzünden sıkılıyor insan, hassas bir insan bile zamanla alışır kurban bayramı gibi her köşeden kan aktığını gördükçe. Kısacası Lucifer ciğim, iyi yolsaaın, zamanla olacak gibi duruyor. Evet, iddialısın ama, bu film o film değil.
Not: Vomit Gore serisinin diğer 2 filmine ileride geçmeyi düşünüyorum. İsteyen olursa dönerim tabi.
Son zamanlarda, özellikle gore filmlerde bir moda başladı, konusu belirsiz, el kamerasıyla çekilmiş izlenimi veren ve "daha nasıl iğrençlik yapsak acaba" temasında filmler, normal gore filmlerin yanında yerini alıyor. Gore teriminin sinemaya girmesinden beri bu amaçsız şiddet ve kan dökme teması bolca kullanılıyor, ama önceki filmlerin genel eğilimi, az da olsa ortada bir gidişat, mevzu olması. ama işte video paylaşım sitelerinin artması ve insanlarda böyle amaçsızca, kısa görüntüler izleme eğilimine paralel olarak, böyle konusuz, birinin çektiği video biçiminde ilerleyen filmler ortaya çıkmaya başladı. Böyle filmlerde efektlere ve yapılan iğrençliklerin boyutlarına önem verilirken, konu tamamen ortadan kalkmış durumda. Amaçsız ve salt şiddet artı iğrençlik yansıtılıyor, bir mesajı yok, sadece bu tip görüntülere meraklı insanlara servis edilmiş bir kan festivali.
Tam adı August Underground’s Mordum olan film, aslında bir grup korku filmi efekt-makyaj çalışanlarının büyük ihtimalle "öylesine", yeteneklerini konuşturmak adına çektikleri bir film. filmin bu kadar gerçekçi olmasının da açıklaması bu bence. Yönetmen kadrosunda görünen "Killjoy" kelimesini gördüğüm anda, zaten nasıl bir film olduğunu anlamıştım, beni bir gram yanıltmadı, ne eksik ne fazla. (Killjoy denen elemanı yıllardır Necrophagia adlı death metal grubundan biliyorum, o filmin kısa versiyonu şeklinde klipleri var, ama müzklerini pek beğenmem hani. Ama güzel vokal yapıyor hayvan herif) Grubun zaten eski gore filmlere bol bol gönderme yapması ve filmlerin ismiyle çıkan şarkılara o filmlerden görüntülerle klip oluşturmasına da bakarsak, adamın gore filmleri yemiş yutmuş olduğunu görürüz.The Beyond filmini anlatan yazımda zaten o filmle ilgili beğendiğim bir kliplerini paylaşmıştım, merak eden bakabilir.
Filme gelirsek... Film, üç tane manyağın, yaptıkları cinayetlerin ve iğrençliklerin kendi kameralarından çekilmiş görüntüleri. Baştan beri harf israfı yapıp anlattığım gibi, konu falan yok. Üç gençten Fred, en piç olanları, herşey bunun başının altından çıkıyor gibi bir hava var. Diğeri bunun sevgilisi, ağır cani bir kız (Crusty miydi, Christie miydi neydi), öteki de bu kızın biraz mal duran (muhtemelen mal değil de biraz zeka geriliği gibi birşey var, onu tam çözemedim, ama mal olduğu belli) erkek kardeşi Maggot. Ayrıca kızın erkek kardeşiyle de cinsel ilişkisi var.
Film boyunca kandan daha önemlisi böyle iğrençlikler görmemiz.(Kusma, böcek yeme fln) İğrençliğin dibine dibine vurmuş adamlar. Kan, şiddet herneyse de artık bir yerden sonra bu kadar amaçsız bir iğrençlik insana gereksiz gelmeye başlıyor. İşte filmin asıl olayı bu diyebilirsiniz, ama bir yerde her seyirci artık şu soruyu sormuştur: Ulan bu adamlar salak mı, ne halt ediyorlar. İşkence etmek, kan dökmek, farklı cinsel ilişki çeşitlerinin her türlüsünden tatmin olmak falan hepsi bir zevk verir de yani öyle düşünürsek, en pislik insanın bile tiksineceği şeyleri niye yapıyor bu üç manyak? Tamam, manyaklar, kafaları da güzel, canavar insanlar da hepsini anladık. Ama ölünün üstünden kurtları alıp yemek nedir artık? Aman biz aşmış film yaptık demek adına saçmalamaktır.
Bunca eleştirinin arasında tek beğendiğim şey, kesinlikle gerçekçilik. Filmin çekimindeki "el kamerasıyla elemanlar çekmiş" vurgusuyla görüntülerdeki süper gerçekçilik birleşince, insan sanki gerçek cinayetleri izler gibi hissediyor zaten filmin konusu olmadığından. Bu açıdan, amacına ulaşmış. Ekibin şu Killjoy tarzından sıyrılıp şöyle çok olmasa da konulu, senaryolu filan filmler çekmesini ben isterim şahsen. Tavsiyeye gelince... Mideniz sağlamsa izleyin hani, konu değil gore önemliyse, bir de snuff tipi şeylere meraklıysanız fazla fazla tatmin eder.
Trailer:
Alın size hizmet. Killjoy'un grubu Necrophagia'nın Bloodfreak klibi. Filmden pekte farklı değil hani. (Bunun uncut versiyonu olurdu eskiden, artık bulunamıyor, kesmişler bağırsak yeme kısımlarını) Viskiden soğuttu beni ayı.
Buda Killjoy beyin başrolünde olduğu acaip komik bir klip. Filmden daha konulu harbiden.
Japon sinemasının orijinalliğiyle, tüm karakteristik özelliklerini yansıtan, bir de üstüne gore ekleyen filmlerden biri Inferno of Torture, başka türlü de tanımlanamaz sanırım. Japon gore sinemasının İtalyan gore sinemasından en büyük farkı da bu şüphesiz. Japon gore sineması estetikle harmanlanan kanlı sahneleri sakin bir gerilim, sessiz bir akış içinde gösterirken, İtalyan sineması alabildiğine koşuşturmacalı, bol gürültülü ve kulağa da hitap eden biçimde akıtıyor kanı perdeden. Tercih izleyicinin tabi, orijinal ama sakin bir gore fest mi, yoksa bol aksiyonlu olanı mi, buna izleyenler karar verecektir.
Filmin daha önce bahsettiğim Japon gore filmleri gibi, öyle çok belirgin ve tematik bir konusu yok. Bir çiftçi, ödeyemediği borçları karşılığında kızını elinden almak isteyen alacaklılara direnemez ve kzı Nami'yi götürürler. gittiği yer, iki dövme sanatçısının evidir ve bu sanatçılar işkence ile sanatı birleştiren, tuhaf sanatçılardır. Nami ve ellerindeki diğer kızlara akla hayale gelmedik şeyler yapmaktadırlar.
Aslında bu kısa hikaye filmi özetliyor. Çünkü tıpkı Za Ginipiggu' serisinin ilk iki filmi gibi, film için gore kullanımı değil, gore için gore kullanımı mevcut filmde. Zaten ben direk ne yapacaklarını meraktan izledim büyük kısmını, çünkü bazen film katlanılamayacak derecede yavaşlıyor. Yine böyle manga havasında, hasta olduğum dövmeler kullanılmış bir film olduğundan bendeki yeri başka, yoksa Japon tarzını sevmeyenler için cidden yer yer sıkabilir. Bir de kızlara ikide bir kafalarına göre yaptıkları dövmeler tek kelimeyle mükemmel. (dövme dışı tuhaflıkları olmasa ben bu olay için gönüllü de giderdim, o kadar süper dövmeler var. Zaten yıllardır o yakuza tarzı geleneksel Japon dövmelerinden istiyorum.) Filmin afişi bile şaheser, o ne güzel artwork öyle. Filmin bir eksisi, çok fazla Japon kültürüne göre yapılmış olması, yani Japon olmayan veya Japon kültürüne çok hakim olmayan birinin bırakın filmin inceliklerini, konusunu dahi anlaması bayağı zor oluyor.
Filmle ilgili saha fazla söyleyebileceğim birşey yok (Ne desem spoiler olacak çünkü). Kesinlikle orijinallik açısından on numara, tavsiye listemin en başlarında. Geleneksel Japon kültürüne ait her türlü motifi, ekstra olarakta görsellik anlamında aşmış dövmeleri ve gore sahneleri bulabilirsiniz. Hollywood'da hep gördüğümüz yaratıcılık sorunundan ve klişelerden bıktıysanız, veya orijinal bir film izlemek istiyorsanız ve öyle çok maceralı, hızlı bir film beklentisi içinde değilseniz (sonra bu ne böyle iki saattir bi action yok diye bana küfretmeyin) izleyin derim.
Absürd kelimesi, filmleri tanımlarken sık sık başvurduğum bir kelimedir. Olaylar, kurgu, birçok filmde absürd şekilde gelişir zaten. Çoğu zaman, filmde mantık aramayı bırakır, olduğu gibi kabul ederiz. Ama bazı filmler vardır, zaten varlığı bir absürdlük, herşeyiyle absürd kelimesinin sınırlarını zorlayan görüntüler topluluğudur. İşte bu tanımın bence en çok uyduğu filmlerden biri Bloodsucking Freaks, bir diğer adıyla The Incredible Tırture Show. Bu kadar absürd olaylar, görüntüler ve iğrençlikler nadir filmde bir araya gelebilir. (Female Trouble ve Salo'yu tek geçerim bununla beraber.) Gerçekten de absürdlük sınırlarının zorlandığı, iğrençliğin alıp yürüdüğü bir film var karşımızda.
Film, bir freakshow düzeninde ilerliyor. Freakshow'un sahibi Sardu diye bir adam ve şovun teması, güzel kadınlara yapılan kanlı işkenceler. Milletin woaaw çok gerçekçi nidaları eşliğinde şovunu gerçekleştiren Sardu ve onun yardımcısı bir cüce, kaçırıp köleleştirdikleri kadınlara bu işkenceleri gerçekten yapıyorlar.
Konu namına anlatacak başka birşey yok. Film boyunca birbirinden güzel kadınlar, birbirinden tuhaf ve absürd işkencelere, aşağılamalara maruz kalıyorlar. Ama bunlardan gerilmiyor, kızamıyor, sadece gülüyorsunuz. Çünkü bu uygulamalar, tamamen komedi tadında çoğu zaman. (Sardu'nun kadınları masa-sandalye olarak kullanması gibi) Absürd absürd olaylar film boyunca gerçekleştirilirken, absürd tipler filmin karakterlerini oluşturuyor. Manyak bir cüce, psikopat bir doktor, sürekli değişik şekillerde işkence gören insanlar, film ismine de yakışır sayıda "freak" içeriyor. Saçma sapan bir film yani baştan sona, bir o kadar da ilginç. İnsan, burada yapilan aşağılamaları ciddiye alıp tepki bile gösteremiyor, o kadar yani. Buna rağmen, yaratıcılık konusunda aşmış birçok sahne de mevcut. Ve her saniye çok rahatsız edici bir kölelik vurgusu var, kadınların köleleştirilmesi süreçleri falan, insanla hayvanın arasındaki sınırlar resmen kaldırılmış.
Kalite ve gerçekçiliğin yerlerde olmasını söylememe bile gerek yok sanırım. Zaten düşünüyorum şimdi. Ne kadar yaratıcı olursa olsun bazı sahneler, bu kadar konusuz bir film için kimse adam gibi paralar harcamaz. Gerçekçi olsa bir konusu olması gerekir ki, filmin olayı bu zaten, elle tutulur bir mevzu olmaması. Her haliyle pulp ve trash kalmaya mahkum olduğundan, filmi bu haliyle kabullenmek ve meraktan izlemek en güzeli diye düşünüyorum.
Zombi klasikleri arasında sayılan ve zombi hikayelerinin gerçek kökenlerine dönüş yapan Zombie 2, aslında Fulci'nin kendi filmlerinden biri için çektiği bir devam filmi değil, Romero'nun "Dawn of the Dead" filminin gişe başarısından faydalanma amaçlı bu isimle, ve onun hemen ardından çektiği bir filmdir. Bana göre birçok anlamda ondan başarılı ve de daha orijinal bir filmdir.
Film, içinden zombi çıkan bir ufak bir yelkenlinin New York'ta limana yanaşmasıyla başlıyor. Sonrasinda olaylar Anne adlı, Antiller'e gitmiş babasından haber alamayan kadın, bir gazeteci, bir etnolog ve arkadaşıyla Marut Adası diye bir yere doğru yola çıkar. Burada babasını bulur, babası burada dirilmeye başlayan ölüleri araştırmaktadır. Ama ölülerin dirilmesi hızlandığında adada insan yiyen zombilere yakalanmamak için büyük bir koşuşturmaca başlar.
Dirilmeye başlayan ölüler ve zombi teması sık sık işlenmesine rağmen, bunu woodoo ve zombi hikayelerinin esas kaynağı olan Karayipler'de bu hikayeyi çekmek başlı başına orijinal bir seçim olmuş. Bunun yaninda, mekan olarak varlığıyla bile gerilim yaratan eski konak, şato, karanlık ve terkedilmiş bir kasaba gibi klişe unsurlar yerine gayet neşeli ve güneşli turistik görünümlü bir adanın kullanılması filmi özel yapıyor. Yönetmen, insanları korkutma işini palmiye ağaçları, kumsal ve de hamaklarla bezeli rengarenk bir adada gayer iyi başarmış. Bunun için kullandığı son derece gerçekçi zombilerle tabii. Zombiler, tozlu topraklı görünümleri ve üstlerinde kaynayan böcekleriyle topraktan taze çıkmış gerçek ölüden farksızlar. Hem zombilerin gerçekçiliği, hem de başarılı gore sahneleri, dönem şartlarından gerçekten ileride. Hele o zombinin köpekbalığına saldırdığı sahne, sinema tarihinin belki en orijinal zombi sahnesi.
Gore açısından bakarsak bir City of the Living Dead değil, o kadar kan gövdeyi götürmüyor. Ama her açıdan kalitesi tartışılmaz. İleride çekilmiş zombi filmlerine tek kelimeyle örnek olmuş bir film çünkü.
Bazı filmler olur hani, birşey vardır insanı geren ama farkedemezsiniz. Ağır bir atmosferi olur, neden gerildiğinizi, ürperdiğinizi anlamazsınız. Bu tanım, tam anlamıyla Fulci'nin The House by the Cemetery filmi için uygun. Yani, filmde ne olduğu çözülemeyen, klişe ama insanı alttan alta geren birşeyler var. Bu da, ustanın en az 20 dakika kesintisiz kan ve organ saçılmaları olmadan da izleyiciyi gerebilen filmler yapabildiğinin en iyi kanıtı. İleride benzer türde filmlerin çoğuna da ilham kaynağı olmuş bir klasik.
Film, gothic atmosferi olan bir konakta geçiyor ve esrarengiz bir katilin cinayetleriyle gore bir açılış yapıyor. Dr. Boyle, Dr. Peterson adlı başka bir doktorun yarım bırakıp gizemli bir şekilde intihar ettiği araştırmayı devam ettirmek üzere ailesiyle birlikte New York'tan Boston'a taşınır. Ama daha taşındıkları andan itibaren, hatta taşınmadan gariplikler başlar. Oğulları Bob, sürekli sesler duymakta halisünasyonlar görmektedir ( resimdeki kız çocuğunun kendisiyle konuştuğu gibi). Zaman geçtikçe Dr. Boyle ve karısı da benzer seslerden (çocuk çığlıkları vs.) duymaya başlarlar. Dr. Boyle, intihar eden meslektaşının araştırmalarını inceledikçe, herşeyin Freudstein adında bir dosyanın etrafında döndüğünü farkeder.
Gerçekten gerilim unsurunun sonuna dek kullanıldığı, gore sahnelerinse araya serpiştirilerek kullanıldığı bir film bu. Öyle dakikalarca kesilemeyen uzun koşuşturmacalar, ekrandan üstümüze sıçrayacak kadar çok iç organlar ve oluk oluk akan kan yok. Fulci'nin zombi filmlerine göre son derece makul ve limitleri zorlamamış bir film bu açıdan, ama gerilim açısından (ve gizem) belki en aşmış filmi. Bu yönetmenin tüm filmlerini izlememe rağmen gerilim ve merak unsuru bu kadar yüksek tutulmuş bir filmi yok. (çünkü gizem çözmekte kullanılacak dakikalar genelde kesilip doğranmaya harcanıyor) Bu açıdan da çok başarılı diyebiliyorum. Yani, hiçbirşey anlatmayıp bol bol kan saçmak yerine birşeyler anlatıp az kan akıtmayı seçmiş. Bu açıdan, hem gore özelliğinin yanında ciddi gerilimli alternatifler arayanlar için ideal bir film.
Kopan organlar ve ortalığa saçılan vücut parçalarının yönetmeni Fulci'nin zombi filmleri furyasının başarılı örneklerinden biri daha. Film, aslında tam zombi filmi de sayılmaz. biraz zombi, biraz bedenleri ele geçiren kötü ruhlar temalı, her şeyden önce bir gore klasiği. Günümüzün zombi janrına büyük katkılarda bulunmuş usta yönetmen, yine bol kanlı, anatomi dersi gibi bir film çekmiş, bu konusda tebrikleri hakediyor.
Amerika'nın küçük bir kasabasında bir rahip, "cehennemin kapılarından birini açmak" amaçlı bir kara büyüyü sonuçlandırmak için kendini asar. Bu sırada bir grup medyum da olaydan haberdardır, ve psişik güçlerinin yardımıyla rahibin ne denli tehlikeli bir iş yaptığının bilincindedirler. Bu medyumlardan Mary, gördüklerinden sonra şok geçirir ve öldü zannedilir. Ölümünü bir gazeteci olan Peter araştırırken aslında ölmediğini anlar ve onu mezardan çıkararak hayatını kurtarır. Mary ona olacak muhtemel olayları anlatır ve beraberce kasabaya gidip karanlık güçlerin harekete geçişini engellemeye çalışırlar.
Gore anlamında yönetmen artık aşıp bitirmiş. Nerede ne kadar organ saçılabilir, maksimum ne kadar kan akıtılabilirse sonuna kadar limitini zorlamış. Belli bir noktadan sonra film resmen gore fest havasına bürünüyor. İnsan iç organlarının tümünü tek tek saydırmış Fulci. Tabi bu kadar gore sahne arasında fake olduğu ekrandan sırıtan bir sürü sahne de görebiliyoruz doğal olarak. Yani tüm efektler falan çok gerçekçi desem yalan olur, beklentileri yükseltmek istemem. Evet çok sağlam gore sahneler var ama tersine gülünç derecede sahte şeyler de mevcut (zombilerin kafa parçalama sahnesi gibi) Plastik materyaller kendini fena halde gösteriyor. Ama çekildiği yıla, bütçeye ve de en önemlisi süreye bakarsak bu kadarı normal. Film için gerçek insan öldürülmediğine göre gerçekçilik hep belli sınırlar içinde kalacak. Zaten herkese yetecek kadar etleri çürümüş ceset, dökülmüş bağırsak, saçılmış beyin, kırt, böcek ve benzeri unsurlar dahil etmiş filme Fulci, daha ne yapsın. Bir gerçek insan öldürmediği kalmış.
Film, daha önce de söylediğim gibi tamamen zombi filmi değil. Bir tarafta mezarından kalkan ölüleri, bir tarafta da ruhları ele geçirilmiş tipleri görüyoruz. Ama sonuçta hepsi bol bol kan ve iç organ dökme amacına hizmet ediyorlar. Ben filmin en çok sonunu sevdim, The Beyond'daki gibi şok eden bir son bekliyordum zira. O konuda da fena değil. Doğru şey beklendiğinde tatmin edebilen film, aynı zamanda kendinden sonraki periyotta da birçok kez taklit edilmiş, sahneleri birçok filme esin kaynağı olmuş bir parçadır. Bu anlamda da izlenmesini şiddetle tavsiye ederim.
İtalya'da geçen ve yönetmenin ilk gore filmi olarak bilinen Don't Torture a Duckling, aslında bir giallo, yani cinayet filmi. Ama yönetmenin tarzı ve de konusunun ilerleyişi itibariyle, giallo özelliklerinden ayrılan noktaları da var.
Küçük bir güney İtalyan köyü, son günlerde yaşanan çocuk cinayetleriyle huzursuzdur. 12 yaşındaki üç erkek çocuğun öldürülmesi sonrası, polisler ve bir gazeteci olan Andrea araştırmalarına başlar,şüpheli görülen kişiler ve olayla ilgisi olabilecek herkes (aslında biraz düz mantık yaklaşırsak, olağan şüpheliler bunlar) sorgulanır. Araştırma devam ederken ölümler devam eder. Bu durum, muhafakar kasaba halkını etkiledikçe, olaylar da çığrından çıkmaya başlar.
Aslında teenslasher olarak bilinen türün, giallo ile harmanlanmasına benzettiğim film (teen değil childslasher desek daha doğru olur), merak unsurunu sonuna dek kaybetmeyen, ayrıca yarattığı köy atmosferiyle bize bir prototif sunarak seyircinin olan bitenleri anlamasını sağlıyor. Yönetmen bu ilk gore filminde akacak kandan çok olay örgüsünü geliştirecek sahnelere ve köy halkının önyargılarına, yaşam tarzlarına, en önemlisi de psikolojilerine ayırmış zamanı. Ama çocuk ölümleri ana temayı oluşturduğundan, yeteri kadar kan akıyor. Özellikle de halkın tepkileri ve toplumdan dışlanmış yaşayan şüphelilere baktığımızda, çok yabancı olmayan bir tema görüyoruz. Halkın marjinal saydığı insanlar, genelde kendilerine benzemeyen kişiler. Bu insanlar, muhafazakar halk tarafından suçlu ilan edilmeye en yatkın insanlar. Ayrıca filmde büyü ve witchcraft temaları da kullanılmış olması, filmi biraz daha gerilimli kılıyor. Gerilim konusunda filmin bir eksiği yok.
Cannibal filmlerinde, zamanla artık konu sıkıntısı başladığında ortaya çıkan filmlerden biri olan mondo Cannibale, İngilizce adıyla White Cannibal Queen, türün bence başarısız sayılabilecek ve geride kalmış örneklerinden biri. Diğer filmlerden farklı bir olaylar zinciri içeren, daha yaratıcı bir film olmasının yanında, birçok aksaklık yüzünden yer yer komediye dönmekten kurtulamadığı için de bir nevi konusu ve de malzemesi bu aksaklıklara kurban gitmiş bir filmdir.
Brezilya'nın meşhur yağmur ormanlarınin birinin orta yerinde kurulmuş bir hasteneye doktor olarak giden Jeremy Taylor ve ailesine yerlilerin saldırmasıyla başlıyor film. Bu yerliler doktorun karısı Elizabeth'i gözlerinin önünde diri diri yerler ve küçük kızı Lana'yı da kaçırırlar. Yıllarca olayın etkisinden kurtulamayan doktor, onun hikayesine inanan psikiyatrist Ana ve meraklı bir grup tip ormanın derinliklerine doğru safariye çıkarlar. Doğal olarak olmazsa olmazımız yamyamlar da bir saldırı düzenler ve "cannibal terror" başlar. O arada Jeremy bir bakar ki, yamyamlar kızını büyütmüş ve hatta kabile lideriyle evlendirmiş, daha da ötesi ona tapmaya başlamışlar.
Şu yamyamların dandikliği olmasa on numara bir film olabilirmiş aslında. Yamyamların makyajları, corpse painting ve palyaço makyajı arasında tuhaf bir stile sahip, daha da kötüsü yamyamların rengi bile tutmamış. biri beyaz, biri bronz tenli, biri zenci. Ne ritüelleri, ne oyunculukları, ne tipleri, böyle dandik yamyam daha piyasaya gelmemiştir herhalde. Atmosferi resmen rezil etmiş bu fake yamyamlar. Güzel bir jungle atmosferinde böyle dandik bir kabileyi görmesek, gerçek anlamda gore falan iyi olabilirmiş.
Not: Torrentlerden birini ben download ettim, Rusça dublajlı, diğerini buldum. Dili yazmıyor ama büyük ihtimalle Almanca. Bu blogun orijinali Rusça ve Sırpça blogum olduğundan kendi uploadlarım
Rusça dublajlı çoğu zaman, zaten ben Türkçe altyazı kullanmıyorum. Elimde şu an daha iyi filmlerin çevirileri olduğu için şu an sıfırdan altyazı yapmaya uğraşıp yayınlamadım, ama illa isteyen olursa mesaj atsın, yorum falan yazsın, bir şekilde ulaşsın Türkçe altyazı da koyarım.
Yıllar önce, bi ilkokul kitapları vardı. Ayşegül okulda, Ayşegül tatilde, şurada, burada falan diye bir sürü macerası vardı bu Ayşegül denen kızın. Aynı şekilde, bu Emanuelle denen kızın da bir sürü farklı maceraları mevcut, bilen bilir. O an trend neyse, yönetmen onu alıp ortasına yerleştiriyor, böyle soft porn a yaklaşan bir sürü film yaratıyor. İşte bu film de, o dönemin modası yamyam filmlerine seksi Emanuelle'in yerleştirilmiş hali desek yeridir.
Diğer yamyam filmlerinden konusu pekte farklı sayılmaz. Bu Emanuelle denen bayan, bir akıl hastanesinde araştırma yapmaktadır. Orada yatan kızlardan birisi ona hala Amazon'larda yamyam kabilelerin olduğunu falan anlatır. Bu Emanuelle'de sırf meraktan (başka bir açıklama bulamadım izleyince, o kısmı tam oturmamış ) ekibi toplayıp yola çıkar ve yamyamlar var mı yokmu merakı bizzat yamyam kabile tarafından giderilir.
Filmin mottosu <Erotic & Exotic> filmi tam tanımlamaya yeter. Yamyam filmlerinden bazılarını önceden izlemiş olanlar konuyu zaten bilirler, özel bir ekleme falan yok. Filmin en büyük özelliği yamyam filmi olmaktan öte bir erotik film olması. Yani, gore bir film olmaktan öte, ciddi bir erotik film kategorizasyonu mevcut. İzledikçe farkedersiniz, gerçekten film aslında tamamen erotik amaçlara hitap etmek için yapılmış, gore olarak düşünülmemiş. Gore yok mu, var, ama daha erotik bir gore bu. O kadar yamyam filmi yazısı yazdıktan sonra bu filmi uzun uzun anlatmaya da gerek yok, zira erotizm dışında orijinal kılan ya da türe yeni bir konu getiren bir tarafı da yok. En şaşırdığım tarafı ise, yamyam filmleri olarak Türkiye'de en çok bilinen filmlerden biri, hatta yamyam filmi sevmediği halde bunu izleyenler bile mevcut. Başka ülkelerde pek o kadar bilinen bir film değil oysa. Yamyam filmi meraklıları için uygun ama, tavsiye ederim. Yok, aşmış bir yamyam filmi istiyorsanız, o film bu film değil.
Not: Altyazıyı çeviren, hem de benim lise düzeyindeki Türkçemden en az 10 kat güzel çeviren sevgili arkadaşım Nawar'a buradan teşekkürü borç bilir ve hatta sonsuz teşekkürlerimi iletirim.
Aslında "İstismar sineması" kelimesini seven bir insan değilim. "İstismar" kelimesi (exploition) bana biraz sınırları geniş ve saçma gelir, yani neye göre ve kime göre istismar ediyor? Baktığımızda, günümüzün şartları ve filmlerin çekilme amaçları, gişe kaygıları göz önünde bulundurulunca, her film aslında bir istismar filmidir, çünkü her film seyircinin bir şekilde bazı dürtülerine ve duygularına hitap etmek, daha da ağırı "istismar etmek" üzere çekilir. Yani, sinema seyircisi, genel olarak kendi hayatında pek mümkün olmayan veya göremeyeceği, içinde bile bulunmak istemeyeceği şeyleri izlemek üzere gider bir filme. Ya hayallerini, ya kabuslarını ya da merakını istismar edip para kazanma eğilimde dersek tüm yönetmenlere haksızlık olursa, bence bu istismar sineması tabir edilen alt türe ait filmlere de haksızlık olur. Ama düşündüğümde, bu tanım Joe D'amato ve onun sinema anlayışına baktığımda, bu istismar ile sanat arasındaki ince çizginin aşıldığını görebiliyorum. Zaten, yönetmenin özgünlük probleminden dolayı çoğu kişi de böyle düşünüyor.
Film tam buradan bakıldığında, anlattığı konuyu çok derin işleyememesine rağmen gore anlamında hemen hemen aşması bir şekilde anlaşılıyor. Filmin kahramanı, Frank Wyler, çok zengin ve hayvan doldurma işiyle uğraşan genç bir adam. Frank'in çok sevdiği nişanlısı Anna ölür ve Frank bu olaydan çok derinden etkilenir. Zenginliğine ve de kendisini deli gibi seven yaşça büyük ve azgın hizmetçisi Iris'e de güvenerek ceseti mezarından çıkarıp evine getirir. Ona tutkuyla bağlıdır. Ve onunla beraber olmak için her yolu deneyecek Iris'in de yardımıyla cesedi "saklamaya"(ne yapıp saklayabildiğini tahmin edersiniz zaten), görenleri de öldürmeye başlar.
Nekrofili, zaten gore filmlerin az çok değişmez kaynaklarından biri. Ama burada nekrofili mi yoksa Anna'ya duyduğu derin aşk mı ona tüm bunları yaptırıyor, pek anlamıyoruz. Senaryo biraz havada kalmış gibi bu yönden. Tüm korku filmi klişeleri -eski ve gothic görünen köşk, mezarlık, yağmurlu hava, ceset, kan vs.- sonuna kadar kullanılmış. Filmin genel atmosferi de uğursuz gösterilmeye çalışılmış, ama pek başarılı değil. Bu yüzden de pek başarılı bir film sayılmaz, ama türün takipçilerini tatmin edecek kadar "gore" var ve bu sahneler gerçekten güzel düşünülmüş, tüm ağırlık bu temada olduğundan ona sözüm yok. Tabi, orijinallik bana göre konuda olmasa da, sahnelerde var, evet. Ama söz konusu Joe D'Amato sineması ise, zaten direkt çok özgün bir senaryo değil, çok özgün gore sahneler bekliyorum, zira "Emmanuel and the Last Cannibals" filmini çektiğini bildiğimden beri, bu yönetmenden orijinal senaryo beklenisinde de hiç olmadım zaten. O açıdan, sonuna dek istediğimi aldım filmden, gerçekten de senaryo gore üzerine yazıldığından, fazlasıyla tatmin oluyor izleyici. Bence yönetmenin filmografisindeki en orijinal ve en iyi film bu.